Hakları yasalar değil insanlar yaratmıştır
Mesut Gülmez, iş hukukunun alaylısı, dil bilmeden Fransa’da sıfır bilgiyle kamu yönetimi doktorası, 30’undan sonra sıfır bilgiyle iş hukuku çalışmaları, 1980 sonrası kamu çalışanlarının sendikal haklarının savaşımında anayasada yokken, ILO…
Prof. Mesut Gülmez, 1943, Denizli Acıpayam doğumlu. 8 kardeşli Babanın, 3’ü erkek, 2’si kız çocuklarının en büyüğü, sağlık bilimlerinde profesör olmuş iki kızı var. Babası atlı müvezzi.. İş hukukunun alaylısı olarak kendi kendini yetiştirdiğini söylüyor..
1961 Anayasası’ndan bir yıl sonra hukuk fakültesi öğrencisi olmuş.. Orhan Aldıkaçtı’nın Anayasa kitabının fasikül fasikül yetiştirildiği yıl kitabını okuyarak sınava girmiş. Ancak kendisini 1982 Anayasası hazırlık sürecinde tanımış.. “Fakülteye dönen, ilk dersinde öğrencilerine kavuşmanın sevinç gözyaşlarını tutamadığına tanık olduğum Tarık Zafer Tunaya’nın kürsüsündeydim çünkü..” diye açıklama yapıyor.
1982 Anayasası’nın sosyal ve iktisadi haklar bölümünün tartışmalarını canlı izlediğinin altını çizerken Aldıkaçtı’nın; “Bu Anayasa, buram buram 12 Eylül kokar efendim” deyişini hiç unutmadığını, “Doğru söze ne denir!” vurgulamasıyla eklemliyor. Sonraki yazılarında 1982 Anayasası’nı 12 Eylül anayasası olarak tanımlamanın eksik kaldığını, gerisinde 24 Ocak kararlarının istikrar önlemlerinin olduğu gerçeğini anımsatarak, “Bu nedenle ‘12 artı 24 Anayasası’ demek daha doğruyudu..” vurgusunu yapıyor.
Mesut Gülmez akademik özyaşamına ilişkin söyleşi notlarında, sendika hakkının ilk kez 1961’de anayasaya yazıldığını, öznesinin de “çalışanlar” olduğunu anımsatıyor. Ancak ilk yasaların çıkarılması gecikmişti. Kamu Personeli Sendikaları Kanunu’nun da daha da gecikmiş olarak, ancak 8 Haziran 1965’te kabul edildiğini, bu yasada da sendikanın sadece adında var olduğunu, içinde, özünde yok olduğunu belirtiyor.
Bu tarihe kadar son sınıfa geçmiş, ancak ne 1963 işçi sendikaları, ne de 1965’te kurulan TÖS deneyiminden haberli olabildiğini söylüyor. “İş hukuku okumadan çıkmıştım hukuktan. Yani alaylıyım” diyor. Hukuk felsefesi okumayı kafasına 1. sınıftan koyduğu için bu dersin bulunduğu grubu seçtiğini açıklıyor.
Bu alanda üniversitede kalmak için ne yapması gerektiği sorgulayınca da, “Dil bilmiyorsan olmaz” gerçeği ile yüzleşiyor. Acıpayam Ortaokulu, Denizli Lisesi’nde okunan Fransızca ile olmayacağını önceden bildiği için de mezun oluncaya kadar yabancı diller okulundaki Fransızca kurslarını izlemiş.
Devlet burslusu doktora öğrencisi olarak Paris’e indiğinde ise düşündüğü gibi ne Gar’daki bir Paris berduşunun sorusunu anlayabildiğini, ne de Sorbon’nun nerede olduğu sorusunun anlaşıldığı gerçeği ile yüzleştiğini anlatıyor. Öncesinde 1966’da diplomasını aldıktan sonra ortada kaldığının altını çiziyor. Yargıç olmayı düşünmüş, askerlik yapmamış olması engel oluşturmuş. Askerlik için sıra varmış. Diploması avukatlık stajına başlamaktan başka işe yaramıyormuş. Bir arkadaşının önerisi ile MEB adına yurtdışına burslu doktora ilanını görmüş. Sınava girebileceği tek dal kamu yönetimi hukuku imiş, ama böyle bir ders de yokmuş ki okumuş olsun. Sınavı kazanınca Sıddık Sami Onar’ın idari hukuku dersi bilgilerinin yeterli olduğunu düşünmüş.
1967 baharında sıfır bilgiyle Fransa’ya kamu yönetimi doktora eğitimine gitmiş. Fransa’da olup olmadığını bilmeden ve bilgilendirilmeden. Danışabileceği kimseler de olmadan.. Tek bildiği ise bir dipnottaki, kamu yönetiminin Amerika’da doğduğu imiş.. Amerika’yı seçmemiş çünkü ortaokuldan Fransızca öğretmeninin aksanından büyülenmiş olarak, okul dönüşü “Ana ben Fransa’ya gideceğim” diye seslenmiş. Dil eğitiminden sonra kamu yönetimi doktorası yapabileceği yer aramaya koyulmuş. Yönetim bilimi doktorasını tamamlayıp Türkiye’ye dönmesi 1972’yi bulmuş. 12 Mart olmuş, ardından suçlu sayılan 1961 Anayasası değiştirilmiş, “Sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçti” denilerek 12 Mart yapılmıştı. Memurlar için sendika kurma hakkı tanıyan anayasa maddesi içinde “çalışanlar” kavramının kaldırılması, “işçiler” denilmesi, memurlara da 1972’de çıkarılan KHK ile sendikalara üye olma yasağının getirilmesiyle, memur dernekleri dönemi açılmış oldu.
OTUZUNDAN SONRA SIFIR BİLGİYLE İŞ HUKUKUNA BAŞLAMAK
Zorunlu hizmet için zorunlu dönüşte, MEB’de doktor memur adayı olarak göreve başlatılır. Üniversitelere devri reddedilir, ödenecek tazminat için kefil de bulamaz. Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nün açtığı sınavı kazanarak devredilir. TODAİE’de akademik kariyer düzeni yoktur. 1974’te Sevk ve İdare Yüksek Okulu açılınca, alan değiştirerek hukukta okumadığı iş hukukuna sıfır bilgiyle başlar. Kendi kendisinin öğrencisi olur. Doktora yıllarında ne iş hukuku ve sosyal politika, ne de ILO, sendikal haklar ve insan hakları ile ilgilenebilmiştir.
Doçentlik tezi için çok bocaladığını anlatıyor. Önce işçi-memur ayırımı üzerinde çalışıyor. Sınırlama kaldırılınca, iş hukuku çalışırken bu konuya ilişkin çelişik görüşler dikkatini çekiyor. Çalışma ilişkilerini yeni bir disiplin olarak ve disiplinlerarası bir yaklaşımla ilk kez ele alıyor. Hep birinci kaynaktan belgelere ulaşmaya çalışıyor. Türkiye, Fransa çalışma ilişkilerini tarihleri üzerinden çalışmaya koyulurken, memurların yanı sıra işçiler de ilgi alanına giriyor. 1982 Anayasası, 1983 yasaları çalışmalarında, sendikal haklara ilişkin maddeler konusunda önerilerde bulunma birikimini kazanıyor.
1982 ANAYASASI’NDA HER TÜR YASAK VAR, AMA MEMURA SENDİKA YASAĞI YOK
Mesut Gülmez’in öncülüğünda bayraktarlık yaptığı memurlara sendikal hak savaşımının günümüze kadar uzanan gelişmelerini, çatışmalarını, hukuksal boyutları ile bir söyleşiye taşımanın elbette olanağı yok. İşçilerin sendikal kazanılmış haklarını çok ağır boyutlarda gasp eden 12Eylül’ün, Gülmez’in tanımı ile “24 artı 12” ruhunun anayasası, 12 Mart’la gelen memurlara sendikal hak yasağını kaldırma gibi bir istenci olamayacağı kuşku götürmez. Gülmez’in, ILO sözleşmeleri ve örgütlenmeler özgürlükleri, Türkiye’nin demokratik hak yükümlülükleri üzerinden, kamu çalışanlarının sendikal örgütlenme hakları yasağının olmadığı tezinin kabul edilmesi hiç de kolay olmuyor.
Mesut Gülmez’in öznel yaşam koşullarının gerçekleri içinde çok zorlu geçen öğrencilik yılları ile bilimsel kariyer yapmada yurtdışı ve yurtiçindeki zorlukların çok üstünde, zorlu ve uzun soluklu bir savaşım içinde, iğne ile kuyu kazar gibi çalışmaları, eklemlemeleri, dayanışmayı, örgütlenmeleri, yılları gerekli kılıyor.. 12 Eylül sonrasından günümüze uzanan yıllarda sürdürülen bilimsel, örgütsel savaşımların içindeki çatışmaları gazeteci-sendikacı olarak da yakından izlemiş olduğum için, bütün iş hukukçularının alanları ne olursa olsun, bu savaşımın en direngen bilim insanı olarak Mesut Gülmez’e şapka çıkardıklarını da biliyorum.
Mesut Gülmez, bugünün penceresinden, 12 Eylül Anayasası üzerinden yapılan tartışmalardan başlayarak bugünlere gelişte, tüm kamu çalışanları için sendikal yasakların söz konusu olamayacağı tezinin şaşkınlıkla dinlendiği yıllardan, günümüze gelişmelerin elbette tarihsel gelişmelerinin bilimsel çalışmaları içinde, hep odağındaydı.. Üzerine düşen bilimsel sorumluluk alanı içine girebilecek soluksuz çalışmalarının, zincirleme katkılarının ürünlerini, sayılamayacak kadar çok bilimsel makale, söyleşi, kitapları, doğrudan örgütlenmeler içinde üstlendiği görevlerin adlarını bile sığdırmak olanağı yok.. “Öğretmenlerin, tüm kamu çalışanlarının, polislerin, askerlerin de.. sendika kurma hak ve özgürlükleri var.. Yeter ki istesinler..” tezlerine, yıllar, yaşamın yeni sorunları ile yeni yeni boyutlar eklemleniyor..
ULUSAL VE ULUSLARARASI İNSAN HAKLARI SAVAŞIMINDA
Mesut Gülmez insan hakları savaşımının, insanlık tarihi içindeki gelişimine, doyumsuz, nokta konulmamış bilimsel çalışmalarını katarak, iş hukuku, işçi ve kamu çalışanlarının sendikal haklar alanlarının özeline ağırlık vermiş olarak, her dönemin öne çıkan sorunları, örgütlenmeler gelişimleriyle de bağlantılı olarak hem bilimsel hem örgütsel katkılar yaparak, yeni yeni çalışmalarıyla karşımıza çıkıyor..
İnsanların hakları savaşımlarında kimi dönemler önce yasa, sonra hak gereksinimi çıkış yolu yapılmış olsa da, insanlık tarihine bütünsellik içinde bakıldığında hakları yasaların değil insanların yarattığı gerçeğinin ağır bastığının görülebileceğinin de altını çiziyor. Sosyal ve sendikal haklar tarihine bakıldığında bu gerçekliğin çok daha çarpıcı örnekleriyle yüzleşildiğini tarihsel, bilimsel belgeleriyle ortaya koyuyor.
Mesut Gülmez, doğrudan tanıklık ettiğimiz üzere 12 Eylül sonrası süreçte kamu çalışanlarının sendikal hakları savaşımında, doğrudan kamu sendikalarının örgütlenmeleri çalışmalarının içinde yer alarak, yasaklar ve yargılamalar süreçlerinde yetkin iş hukukçusu, bilim insanı savunuculuk kimliği ile örgütlerin kapatılması kararlarının karşısında durarak, ağırklıklı ülkemize dönük, ama çok anlamlı boyutlarda uluslararası ölçeklerde çalışmalarıyla gündemde..
“Memurlara sendika hakkı vardır”a giden yolu açmakla kalmadı, yine kendi deyimi ile bilim insanı kimliği çalışmaları ile sınırlı kalmayarak, “Fildişi kuleden inip yollara düşmenin sayısız örneklerini de verdi. Yetmedi ILO, insan hakları sözleşmelerinin üstünlüğünden yararlanmanın sınırsız çözüm yollarının önünü açılmasının yeni yeni çalışmalarına derinlemesine daldı. İnsan hakları ve demokrasi eğitimi üzerinden BM ve uluslararası çatılardan da yararlanmaya dönük yeni yeni çalışma alanları seçti. Ulusal, uluslararası ölçeklerde öne çıkan güncel sorunlar üzerinden sosyal haklar etkinliklerinde bir orada bir burada etkin görevler üslendi..
SON BÜYÜK BOMBASI, 1919-2019 ILO-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN 100. YILI
Doğrusu, hâlâ nokta koyamadığını düşündüğü, ILO’nun 100. yıl çalışmaları kapsamında ILO’nun üstlendiği araştırmalarının kitaplara sığmayan ciltlerinin özel tanıtımını ayrı bir yazı konusu yapmayı istemiştik. Ancak dünyanın çarpıcı sorunları, gündem patlamalarında ILO - Türkiye ilişkilerinin yüzyılı ciltlerinin tanıtımına gazetede anlamlı yer açmak zorlaştıkça zorlaştı. İkinci yüzyıldan gün, ay almalar hızla kayıp geçmeye başlayınca, çaresiz bilim insanlarına, bilimsel çalışmaların ürünü ciltleri tarama sorumluluğunu bırakarak, Cumhuriyet söyleşileri içinde ancak bir köşe vermek noktasına gelmiş olduk..
Mesut Gülmez, ciltlerin önsözlerinden birinde, yalnız yaşı değil yapısı yönünden ILO’nun dünyada benzeri olmayan bir örgüt için pek çok ilk cümle kurulabileceği ile söze giriyor. İlkinde, ilk Direktör Albert Thomas’ın sözlerine yer veriyor: 1Uluslararası Çalışma Örgütü, insanlığın sosyal vicdanıdır” tanımını aktarıyor.
İnsanlığın sosyal vicdanının 100 yıl sonrasındaki durumunu sorguluyor. Bardağın dolu kısmını göz ardı etmeden, günümüzdeki durumun hiç te iç açıcı olmadığını söylemeden geçemeyeceğinin altını çiziyor. Yine de ILO’nun bir insan hakları kuruluşu olduğunun unutulmaması gerektiğini anımsatıyor. Çünkü, ILO’nun insan hakları alanında kurulduğu sırada ne kavram ne de yaklaşım olarak söz edilen “uluslararasılaşma” kavramının olmadığını, gerçekte ILO ile başladığını vurguluyor. ILO’nun yüzyıllık kurallar sisteminin adının, “Uluslararası sosyal insan hakları kurallar sistemi” olduğunu söylüyor.
Mesut Gülmez bir başka önsözünde Türkiye ilişkilerine değinirken “İki 1919 var. İkisi de bir raslantı değil. Birincisi biterken, ikincisi başladı. Birincisinde, dört yıl boyunca benzersiz bir insan kıyımına yol açan savaş, barışla sonuçlandı. Birbirinin ayrılmaz parçası siyasal ve sosyal barış aynı bölgelerle eşzamanlı kurulan yepyeni iki ulusalarası kuruluşla güvenceye alındı. Sosyal barışla görevli olanı, siyasal barışla görevli olana bağlı olarak kurulmuştu.
İkinci 1919’da ise birincisini başaranların 1918’de başlayıp 1920’de tamamladıkları(?) Anadolu’nun paylaşılmasına karşı Kurtuluş Savaşı başladı.
Bir savaş biterken bir başka savaş başladı. Ama ikincisi birincisi gibi emperyalist bir paylaşım savaşı değil, paylaşıma karşı verilmiş bir savaştı.. cumhuriyet.com.tr